Yüksel YILMAZ
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. KÖŞE YAZARLARI
  4. Mukaddes Emanetler Mukaddes Miler ?

Mukaddes Emanetler Mukaddes Miler ?

featured

MUKADDES EMANETLER MUKADDES MİLER ?

ÜMMET NE HALDE?

Size mukaddes emanetlerden bahsedenlere inanmakta acele etmeyiniz. Çünkü bizim bu ümmet var ya inanmakta ve inanmamakta çok acelecidir. Körü körüne inananı kendine getirmek öyle hiç kolay olmaz. Delil ya da kaynak aramak da aklına gelmez. Bayrak yarışı gibi eline tutuşturulanı incelemeden sonraki nesle taşır… Zaten ümmetin perişanlığını görmüyor musunuz? Ümmet bu kafayla çok can da verdi kan da verdi. Dinine katılan beşeri ölçüleri ilke edindi. İlahi olan dinini beşerileştirdi. Mezhebi onun dini haline geldi. Ravileri peygamberleştirdi. Evliyayı ilahlaştırdı. Rivayet ve içtihatlarla ayetleri nesh etti. Felsefeden ve bilimden uzaklaştı.

Zaten haklı olmasak mesela Yahudilerle kıyaslanınca gerek bilimsel gerek ekonomik alanda bu kadar geri kalır mıydık? Dünyadaki Yahudi nüfusu 14 milyon. Yani toplamı İstanbul nüfusundan az. Fakat Müslümanların nüfusu takriben 1.5 milyar (1.476.233.470). İsrail’de 7 milyon Yahudi var. Amerika kıtasında yaklaşık 6 milyon Yahudi ve 5 küsur milyon Müslüman var. Yarım milyon Yahudi Fransa’da var ve Kanada, İngiltere, Rusya, Almanya, Avusturalya gibi güçlü ülkelere daha yoğun yerleşerek yayılımı çok mantıklı yapmışlar. Bu yüzden yarım milyona yakın Yahudi de Batı Şeria’da var. Asya kıtasında 5 milyon Yahudi ve 1 milyar Müslüman var. Avrupa kıtasında 2 milyon Yahudi ve 44 milyon Müslüman var. Afrika kıtasında ise 100 bin Yahudi ve 500 milyon Müslüman var. Sömürülecek bir şeyi olmayan en güçsüz ülkelerde bile az da olsa bulunurlar. Hiçbir yeri boş bırakmazlar. Sonuç olarak 1 Yahudiye 100 Müslüman düşüyor ve dünyada yaşayan her 5 kişiden biri Müslüman…

Neden bir Yahudi 100 Müslümandan daha güçlü? 57 ülkeli İslam Konferansı Örgütü’nün (OIC) yaklaşık 500 üniversitesi varken ve üniversite başına 3 milyon Müslüman düşerken sadece ABD’de 5 bin 758 adet üniversite vardı. “Shanghai Jiao Tong Üniversitesi”nin “2004 Dünya Üniversitelerinin Akademik Değer Listesi”ne Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerin hiç biri ilk 500’e girememiş… Birleşmiş Milletler Kalkınma Programına göre (United Nations Development Programme) Hıristiyan dünyasında okur-yazar oranı % 89 olup 100 kişiden 40’ı üniversite mezunu. ABD’de toplam bilim insanı sayısı 4.000, Japonya’da 5.000’dir. 57 Müslüman çoğunluklu ülkelerdeki toplam bilim insanı sayısı ise sadece 230 kişidir. Nitekim üniversitelerde ders veren ama bilgi üretmeyen, isimlerinin önünde akademik unvanı olan herkes bilim insanı değildir. Neyse kısacası 1 milyon Müslüman kişiye sadece 1 bilim insanı düşmekte. 1 milyon Müslüman Arap nüfus içinde 50 teknisyen bulunurken, Hıristiyan dünyasında her 1 milyon kişi içinde 1000 teknisyen bulunuyor. Müslümanlar gayri safi milli gelirin yalnızca % 0,2’sini araştırma-geliştirme bütçesi olarak ayırırken, Hıristiyan dünyası araştırma-geliştirmeye %5 oranında, yani 25 kat daha fazla fon ayırıyor. Pakistan’ın ileri teknoloji ihracatının toplam ihracatın içindeki oranı %1, Suudi Arabistan, Kuveyt, Fas ve Cezayir’in ise %0,3 iken sadece Hıristiyan Singapur’da bu oran %58′dir. 57 Müslüman ülkenin gayri safi milli hâsılalarının toplamı 2 trilyon dolara ulaşamazken, 310 milyonluk ABD tek başına 12 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretiyor. Çin 8 trilyon dolar, Japonya 3,8 trilyon dolar ve Almanya 2,4 trilyon dolarlık üretim yapmakta. Turizm ülkesi İspanya’da mal ve hizmet üretimi 1 trilyon doların üzerinde. Katolik Polonya 489 milyar dolarlık, Budist Tayland 545 milyar dolarlık mal ve hizmet üretimi gerçekleştiriyor. İslam dünyasının gayri safi milli hâsılasının tüm dünya gayri safi milli hâsılası içindeki oranı hızla azalırken anormal nüfus artışı oluyor. Bu veriler fakirleşmeyi, kargaşayı sonuçta anarşiyi teşvik ediyor. Bunlar 2016 tarihine göre (1) olsa bile yılların geçmesi daha da olumsuz sonuçlar vermektedir.

Bizim coğrafyamızda İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Yavuz Örnek, Nuh Tufanı esnasında Hz. Nuh’un kendisine inanmayarak gemiye binmeyen oğlunu ikna etmek için cep telefonuyla görüştüğünü savunarak “Hz. Nuh’un cep telefonu vardı” (2) demişti. Bu ifadesi büyük tepki çekti ve alay konusu oldu. Buna rağmen aradan çok geçmeden başka biri daha ortaya çıktı…

Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu, katıldığı bir konferansta Google’ı ilk icat edenin ve kullananın Sultan Abdülhamid olduğunu söyledi (3). O daha büyük bir tepki çekip alay konusu olurken böylesine uçuk misaller vermekle eleştirildi ve bu tepkiler diğerlerinin ortaya çıkmasını bile durdurdu. Fakat sormak lazım: Neden bu kişiler zaten din konusunda da hurafecidirler? Düşünün bunlar bu ümmetin aydınları… Bir de ümmetin aydın olmayanlarının halini düşünün… Uydurma “sakallı bebek”in kıyamet alameti olduğuna (4) ve Van Gölü canavarına (5) bile inanan bir ümmet işte böyle oluştu…

Yahudi Albert Einstein’ın fizik ve matematik alanındaki buluş ve önemini yazmakla bitiremeyiz. Yahudi Sigmund Freud da psikanalist alanında çok başarılı. Yahudi Karl Marks’ın teorileri bilim adamlarını yerinden sarstı. Yahudi Benjamin Rubin kalçana sokulan aşı iğnesini buldu. Yahudi Jonas Salk ilk çocuk felci aşısını geliştirerek Müslüman ümmetin de çocuklarına umut oldu. Yahudi Gertrude Elion lösemi için ilaç bulunca ümmet de bayram etti. Yahudi Baruch Blumberg Hepatit-B aşısını geliştirince milyonlarca Müslüman ona dua etmeden bu aşıyı kullandı. Yahudi Paul Ehrlich frengiyi tedavi etti ve bu hastalığa muzdarip olan Müslümanlar da bundan yararlandılar. Yahudi Elie Metchnikoff bulaşıcı hastalığa karşı önlem buluşuyla Nobel ödülü alırken ümmet Ortadoğu’da birbirini yiyordu. Yahudi Gregory Pincus doğum kontrol hapını geliştirirken eğitimsiz ümmet sadece çoğalıyordu. Yahudi Bernard Katz nöromüsküler iletişimi bulup Nobel ödüllü kazanırken bizimkiler İspanyol paça modasıyla Batılılara şeklen benzemeye çalışıyordu. Yahudi Andrew Schally endokrinolojik hastalıkları tedavi yöntemlerini bulurken ümmet kendilerini yöneten hırsız politikacıları destekliyordu. Yahudi Aaaron Beck psikoterapi yöntemini geliştirirken ümmet sakız çiğnemenin orucu bozup bozmayacağını tartışıyordu. Yahudi Gerald Wald insan gözü hakkındaki bilgilerimizi geliştirerek Nobel ödülü alırken ümmet fırkalara ayrılarak parçalandıkça parçalanıyordu. Yahudi Stanley Cohen embriyoloji konusunda Nobel ödülü alırken ümmet felsefenin küfür olduğunu düşünüyordu. Yahudi Willem Kolff böbrek diyaliz makinesini icad ederken müslümanlar asr-ı saadetteki Müslümanların başarılarını anlatmakla yetinip yatıyordu. Yahudi Peter Schultz optik kabloyu bulurken imamlar camilerde mikrofonlarla hurafeler anlatıyordu. Yahudi Charles Adler trafik ışıklarını bulurken zengin Müslümanlar son model arabalarının egzozunu fakirlere üflüyordu. Yahudi Benno Strauss paslanmaz çeliği bulurken özgür düşünen Müslümanlar despot idarecilerin emriyle demir parmaklıkların arkasına atılıyordu. Yahudi Isador Kisse sesli filmi icad ederken Müslümanlar yerli ya da ecnebi artistlere hayran oluyorlardı. Yahudi Emile Berliner telefon mikrofonunu bulurken Müslümanlar karşılıklı hoşgörüyle bile konuşamıyorlardı. Yahudi Charles Ginsburg bantlı video kayıt makinesini geliştirirken Müslümanlar kurtarsın diye Mehdi’yi bekliyorlardı. Yahudi Stanley Mezor ilk mikro-işlem cipini icat ederken ümmet Miraç hurafeleri dinliyordu. Yahudi Leo Szilard ilk nükleer zincirleme reaktörünü geliştirirken ümmet birbirine karşı cihad ediyordu. Kısacası son derece eğitimsiz bir ümmetin hurafeye inanmak konusunda zaafa uğramasına da şaşmamak gerekiyor.

O kadar zavallı haldeyiz ki ‘Bekri’ yani aslında “ayyaş” demek olan bu lakabın sahibi Bekri Mustafa’nın ‘evliya’ sanılıp mezarı türbe bile oldu. Eminönü’nde, içinde Tarih Vakfı Belge Bilgi Merkezi’nin de yer aldığı geniş otoparkın ortasında ziyaretçileri mum yakıyorlar. Kitabeye bakılırsa, “Bekri Mustafa Hazretleri” mertebesine yükseltilmiş durumda… Hem de “Şeyh-seyyid Abdürrauf Samdani Hazretleri” denen bir zatın yanına defnedilerek komşu olmuş… Bekri Mustafa’nın kerametlerine bile inanılıyor… Şimdi yerinde yeller esen Eminönü Balıkpazarı’ndaki meyhanelerin ortasındaki mezar taşının üzerinde ‘Bekri Mustafa Baba’ yazısı hala mevcut. Dördüncü Murat’ı içkiye başlatan adam… Ziyarete giderseniz orada Müslümanların nasıl mum yakıp dilek tuttuklarını görürsünüz (6)…

Bu konulara niçin mi giriyorum? Ümmet çoğunluk olarak hasta halde… Bu nedenle çok yanlış şeylere inanmaya çok açık… İnanmakta ve inanmamakta acele etmeden sorgulayalım… Mantığımızın duygularımıza yenilmesine izin vermeyelim… Din konusunda Kuran’ın ne dediğine bakalım… Bilginin bilimsel olmasını önemseyelim. Kaynakları da sorgulayalım. Gerçekle yüzleşmekten korkmayalım. Kendimizi önyargısızca gerçeğe ayarlı hale getirelim…

MUKADDES EMANETLER NE KADAR MUKADDES?

Emevîler Muaviye b. Ebu Süfyan’dan itibaren kılıç yoluyla ele geçirdikleri iktidarlarını güçlendirip meşrulaştırmak için Resulullahın hırkası ve sancağı sandıkları bazı eşyaları hilafet sembolü olarak kullandılar. 1258’de Hülâgu’nun Bağdat’ı işgaline kadar Abbasî halifelerinin yanında kalan kutsal emanetler daha sonra Memlüklere geçmiş. Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden sonra (1517) altın sim işlemeli bohçalara sarılı, üzerlerinde “Hâzâ muhallefâtü Resûlillah” yazılı kutsal emanetleri yüzüne gözüne sürüp “Şefaat ya Rasulallah” diyerek bizzat mühürlemiş; Mekke’den gönderilen daha çok Haremeyn’e ait bazı eşyalarla birlikte deniz yoluyla İstanbul’a gönderilmiş (7). Bunları canavarlar gördüğüne inanan biri yani hurafeci Evliya Çelebi dediği için öyle hemen inanmayın… Emanetler arasındaki üzerinde aslan tasviri ve kûfi hatla “nasrun minallah” yazısı olan kırmızı renkli sancak-ı şerif başta olmak üzere, Resulullah’a ve ashaba izafe edilen bir kısım eşya ile Kâbe anahtarları, Hacerülesved mahfazası, altınoluk gibi emanetler Sultan I. Selim’den sonraki dönemde İstanbul’a getirilmiş… Ne kadar emin olabilirsiniz?.. Aslında ipin ucunu kaçırdıkları yani bulamadıkları için baştan kime ait olduğu bile emin olunamayan emanetlerin sonradan bazı padişahlar tarafından önemsenmesi şaibesinden bir şey kaybettirmiyor.

Ebu Nümey, Mekke emiri sıfatıyla yanında Mekke’nin ileri gelen zevatı, mukaddes emanetler, Kâbe’nin anahtarları olduğu halde 3 veya 5 Temmuz 1517’de Kahire’ye gelmiş… Ebu Nümey, 6 Temmuz’da Divan’da kabul edilerek hediyelerini sunmuş ve kendisine büyük hürmet gösterilmiş, 12 Temmuz’da tekrar padişahın huzuruna çıkıp el öptükten sonra Mekke’ye dönmesine izin verilmiş… Selim, emirlik sembolü olmak üzere Şerif Berekat’a berat, hil’ at vermiş; Haremeyn halkına dağıtılmak üzere de 200.000 altın ve bol miktarda zahire yollamış, ayrıca Kahire’de hapiste olan Mekke eşrafını serbest bırakmış (8). Ebu Nümey dönünce Berekat, I. Selim’in gönderdiği hil’atı giyip onun adına hutbe akutmuş ve onu “Hadimü’l-Haremeyn” sıfatı ile anmış (9). Alınan emanetlerin öyküsü belli bile değil…

I. Selim, kendisine sunulan emanat-ı mübareke’yi İstanbul’a göndermiş… Fakat bugün Topkapı Sarayı’nda korunan ve birçoğu Peygamberimize ait olduğu söylenen bu mukaddes emanetlerden hangilerinin Mekke Şerifi tarafından gönderildiği ve hangilerinin Abbasi halifelerinden kaldığı bilinmiyor. Çağdaş kaynaklarda da bu konuda bir bilgi bulunmuyor. Bu konudaki bilgiler daha sonraki kaynaklardan elde edilmiştir. Halen önemli sayıda koleksiyon oluşturan emanetlerin en ünlüleri, halkın ‘hırka-i şerif’ dediği bürde-i saadet, ‘sancak-ı şerif’tir (livayı saadet) (10). Bunlardan hırka-i saadet, 124 cm boyunda geniş kollu, siyah yünlü kumaştan dikilmiş, krem renginde yün astarlı bir hırkayı Topkapı Sarayı kumaş uzmanları incelemiş hırkanın Peygamberin devrine ait olduğu tahmin edilmiş. Burası bana komik geldi ama neyse ki tahmin aşamasında bırakmışlar ve iddia etmemişler… Zamanla yer yer harap olmuş bulunan hırkanın sağ ön tarafında 0,23×0,30 cm ebadında bir parça ile sağ kolunda eksik bir kısım var. Hırka, şair Ka’b b. Züheyr’in Müslüman olduğu sırada huzfu-ı saadette okuduğu kaside dolayısıyla bizzat Hz. Peygamber tarafından şaire giydirilmek suretiyle hediye edilmiş… Hırkayı Muaviye’nin satın aldığı ve halifeler tarafından bayramlarda giyildiği rivayet ediliyor. Muaviye hırkayı 10.000 dirhem gümüş karşılığında satın almak istemiş ama Ka’b razı olmamış… Hırka, Ka’b’ın vefatından sonra mirasçılarından 20.000 dirheme satın alınmış. Ancak Muaviye’nin satın aldığı hırkanın Emeviler’in yıkılışı sırasında kaybolduğu söyleniyor. Yani akıbeti meçhul… Yine bu hırkanın Abbasi halifelerinin elinde bulunan Ebü’lAbbas es-Seffah tarafından Eyle (Akabe) hakiminden 300 dinara satın alınan hırka olduğu da söylenebiliyor (11). Yani bir kesinlik yok. Bu nedenle hırka-i saadet’in Moğol istilasından sonra (1258) Bağdat’tan Mısır’a, buradan da İstanbul’a getirilmiş olmasının önemi yok. Kesinlik söz konusu olmadığı için Fatih Sultan Mehmed tarafından yapıldığı sanılan Has Oda’nın, Yavuz Sultan Selim tarafından mukaddes emanetlerin konulacağı makam olarak tahsis edilmiş olması sonradan bir şey değiştirmiyor. Gelen emanetlerin en önemlisi hırka olduğu için bu daireye Hırka-i Saadet Dairesi adı verilecekse “Zanni Hırka-i Saadet Dairesi” denmesi daha uygun olurdu. Böylece hırka ziyareti yapan iyi niyetli saf insanlar bu sayede belki o hırkayı putlaştırmazlar.

Hz. Peygambere ait olduğu rivayet edilen ama yine kesinliği olmayan diğer bir hırka Resulullahın vefatından yaklaşık 1000 yıl sonra 1617-1618’lerde İstanbul’a Şükrullah Efendi tarafından getirilmiş olup, kendisinden sonra çocuklarına intikal etmiş. Aradaki 1000 yılda hırkanın yaşadığı serüven net değil. Uzun süre kendilerine “hırka-i şerif şeyhleri” adı verilen bu ailenin elinde muhafaza edilen şaibeli hırka-i şerif bugün Fatih’te Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılan Hırka-i Şerif Camii’nde bulunuyor. Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi’ndeki diğer emanetlerin de nerelerden geldiği tam olarak bilinmemekle beraber bunların bazılarının Ebu Nümey vasıtasıyla getirilmiş olabileceği tahmin ediliyor. Resulullahın dişinin parçası (dendan-ı saadet), sakalı (libye-i saadet), ayak izleri (nakş-ı kadem-i şerif), sancağı (sancak-ı şerif), devri tahmin bile edilemeyen Musa asası, yay (keman-ı Peygamberi), mizab (Mizab-ı Saadet), hacer-i esved çerçevesi, Hz. İbrahim tenceresi, mührü (Mühr-i saadet), teyemmüm taşı, mektupları (name-i saadet), deri üzerinde Hümeze ve Tekasur sureleri, tahtası (bab-i tevbe kanadı), gasil suyu şişesi (gasl-i nebevi suyu), ayaklı tahtası (na’lin-i saadet), Hz. Fatma seccadesi, Hz. Osman’ın kanlı Kuran’ı, Kâbe’nin anahtarı ve kilitleri, 20 kılıç hepsi az veya çok şaibeliler ve kesin değiller. Hatta bazıları imkânsız ve bazılarının da foyası ortaya çıktı…  Neresinden tutsanız elinizde kalır…

Mesela Hırka-i Saadet Dairesi’nde altı adet taş ve tuğladan ayak izleri iddiası sadece burada yok; Eyüp Sultan’ın, I. Abdulhamid’in hatta Sultan III. Mustafa’nın türbelerinde de var. Eyüp Sultan Türbesi’ndeki ayak izinin ne zaman, nereden ve hangi vesileyle Saray’a intikal ettiğini bile bilen yok. Sadece İstanbul’da değil Taif, Kudüs, Şam, Kahire, Kirmanşah, Delhi, Behraiç, Ahmedabad, Gaur, Nabiganj, Çitagong’da da peygambere ait olduğu iddia edilen ayak izleri var. 1705 ya da 1706’da Receb Paşa (ö. 1726) Hazine kethudalığına atanıp selefinden görevini devralırken sayım yapınca Enderun-ı Hümayun hazinesinin köşelerinde unutulmuş kilitli sandıklar görüp açmışlar. Her birinin içindekiler peygamberlere ve âlimler ile şeyhlerin büyüklerine ait mübarek eşyalarmış… (12). Yahu bu ayak izleri gerçekten Resulullaha ait olmuş olsa hangi padişah ya da vezir yahut bütün bir Osmanlı yönetimi onu unuturdu? Önceki sultanların I. Mahmud kadar önemsememeleri mümkün değil. Sultanlar Kuran’ı başka dillere çevirmeyi hatta Hacca gitmeyi bile unuturlar da mukaddes emanetleri unutamazlar… Sıradan bir emanet olsa hadi neyse… I. Mahmûd, Hazret-i Peygamber’in bir nişanesi olan o kadem-i şerîf’i kucağına almış, mahfazasından nazikçe çıkarıp eliyle dokunup yanağına sürerek rağbet gösterip ziyade itibar da edip “acaba hangi nurlu mevkiye ve ne şekilde yerleştirmek uygun ve layık olur” diye düşünüp durmuş… Resulullâh’ın mihmandârı ve alemdârı olan Hâlid İbni Zeyd Ebâ Eyyûb-i Ensârî’nin türbesine nakl ve hediye olmasının, o manevi defne gibi kıymetli mübarek taşın yüce cennetten nümune olan türbeye ayrıca şeref ve yücelik vermesinin uygun olacağına karar verilmiş… Türbenin, insanların ve meleklerin secdegâhı olan caminin avlusunu gören, yine onun büyük pencerelerine nazır, kıble yönünde sağ tarafına yakın, zeminden bir zira yüksekte yer açılarak latif bir hücre inşa edilmiş… Receb ayının ortalarında (8-18 Ocak 1732) etrafı halis gümüş ile çevrelenen “peygamberin ayak izleri” hücresine konulmuş ve ziyaretçilerin iltifatına mazhar olmuş… Türbeye koymuş ki çokça salavat getirilip dua edilsin ve böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olsun (13).

Sancaktan da emin olamayız… Sancak rivayetlere göre Emevilerin eline geçmiş, bu hanedanın çöküşünden sonra Abbasiler tarafından muhafaza edilmiş… Kim bu Emeviler ve Abbasiler? Ebu Hanif’e baş kadılık teklifi yaptıkları halde reddedilen iki zalim devlet… Bağdat’ın Moğollar tarafından işgal edilmesi üzerine, Mısır’a kaçan Abbasi halifesi sancak-ı şerifi de diğer kutsal emanetlerle birlikte Mısır’a götürmüş… Mısır’ın Yavuz Sultan Selim tarafından alınmasından sonra bu sancak İstanbul’a getirilmiş… Sancağın, Kahire’den İstanbul’a getirilişi hakkında farklı rivayetler de var ve ne olduğundan kimse emin değil… Sultan Selim’in Mısır seferi dönüşünde onu yanında getirdiği; Rodos muhasarası sırasında Mısır kölemen beylerinden Hayır Bey tarafından, Kanuni Sultan Süleyman’a gönderildiği kaydedilmiştir. Diğer bir rivayet de onun Şam’dan İstanbul’a gönderildiği şeklindedir (14). Nakle göre Kanuni Sultan Süleyman, Sancak-ı Şerifi İstanbul’da alıkoymamış… Hacılarla birlikte surre alayları ile Mekke’ye göndermiş ve dönüşte yine Şam hazinesinde muhafaza edilmiş. 1593’e kadar 75 yıl bu şekilde surre alayları ile Mekke’ye gönderilmiş… 1593’te Avusturya seferinde Şam’dan gelen Yeniçerilerce Gelibolu yoluyla cepheye götürülmüş… Sefer sonunda tekrar Şam’a iade edilmiş… 1594’te Macaristan seferi için önce İstanbul’a, sonra da orduyla cepheye gönderilmiş… 1595’te tekrar sefere götürülmek üzere İstanbul’a getirilmiş… İstanbul’da alıkonulmuş ve bu tarihten sonra padişahlar çıktıkları seferlerde onu yanlarında götürmüşler… Sancak-ı şerif aslen tek parça olup, siyah yünden (saf) mamul olup İstanbul’a getirildiğinde tek parça olan sancak-ı şerif zamanla eskimiş ve parçalara ayrılmış. Yani korunabilmiş bile değil… Bunun üzerine aslına uygun olarak üç sancak yaptırılmış ve sancak-ı şerif’in parçaları ikişer üçer parça şeklinde bu sancaklara dikilmiş… Kısacası Resulullah 7. yüzyılda yaşadı ama bu sancak 16. yüzyılda İstanbul’a getirilmiş… Sancak-ı şerifin ne zaman Osmanlıların eline geçtiği bile tam olarak bilinemiyor. I. Selim’in Mısır seferi sonucu Hicaz’ı ele geçirmesinden sonra 1517’de sancağın İstanbul’a gönderildiği sanılıyor… O kadar önemsenseydi hiç olmazsa yazılı bir kayda geçmez miydi?..

Evliya Çelebi, Yavuz Sultan Selim’in bunları yüzüne gözüne sürüp “Şefâat yâ Resûlellah” diyerek bizzat mühürlediğini belirtir. Şefaatin Allah’a mahsus olduğunu bilmeyenlerin emanetleri nasıl kullanacaklarını bilmemelerine de şaşmamak gerekiyor…

Mühr-i saâdet Hz. Peygamber’in mektuplarında baskısı bulunan asıl mühr-i saâdet olmayıp (Hz. Osman tarafından kuyuya düşürülmüş) sonradan yapılmış bir kopyasıdır. Kadeh-i şerif birkaç el değiştiren tas gümüşle kaplanarak üzerine o zamana kadarki hikâyesini anlatan yazı şeritleri kazınmış ve ilk halinden çok uzaklaşmış… Fâtıma’nın gömleği (15) sonraki dönemlerde üzerine nesih hatla âyet ve vefkler yazılarak değişime uğramış işlemesiz, sade bir iç gömleği imiş… Hz. İbrâhim’in (veya Hz. Nûh’un) tenceresinin silindir şeklindeki kutusu üzerinde yer alan kayıttan mukaddes emanetler arasına 1648’de girdiği sanılıyor. Hangi peygambere ait olduğunun bile bilinememesi bir yana peygamberle hiç alakasının olmaması daha büyük olasılık… Hz. Yahyâ’nın olduğu sanılan kol ve kafatası kemikleri (16) kol şeklinde altın yaldızlı gümüş bir mahfaza içinde kurumuş bir kol ve yuvarlak bir murassa mahfaza içinde saklanan bir kafatası parçasından ibaret. Fâtih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) saraya intikal etmiş, ardından Cem Sultan’ı ellerinde tutmaları için Rodos şövalyelerine gönderilmiş, daha sonra da korunduğu Lefkoşe Kalesi’nde bulunmuş ve 1585’te tekrar İstanbul’a getirilmiş… (17). Resûlullah’ın kâtibi Ebü’l-Hasan’a izâfe edilen bir kılıcın (18) da yine Ali’ye ait olması gerekir; çünkü rivayete göre bu künyeyi taşıyan kâtip Hudeybiye Antlaşması’nın metnini kaleme alan Ali’dir. Bir kısmı silâh bölümünde bulunan kılıçlara sonradan çoğu murassa kabza ve kınlar yapılmış…

Mektuplardan biri 23 Nisan 627 tarihli olup eski yazı üzerine uzman bir Fransız t:ırafındıın XIX. yüzyılda Mısır’da bulunmuş… (19). Müellif bu namenin 1850’de Mısır’da eski yazı uzmanı Fransız Partelmi tarafından bulunduğunu belirtir. Neden bir Fransıza kaldı bunu bulmak? Ve neden 1850’ye kadar atıl kalmış? Fransız asıllı Perpinyani isimli şahıstan 1875’de satın alınan mektup Hazine-i Hümayun’a konmuş (20). Çok geçmeden aynı şahıs Hz. Ali’nin hattıyla yazıldığını iddia ettiği, üzerinde Kadir Süresi yazılı bir levhayı hazineye satmış. Perpinyani’nin 1891’e kadar ücreti olan 5000 liranın ödenmemesi üzerine, olay Fransa sefareti’nin müdahalesine kadar varmış. Bab-ı Ali, adamın parasının verilerek ağzının kapatılmasına karar vermiş. Perpinyani parasını alamazsa hattı Londra müzesine satacağı tehdidinde bulunmuş (21). Tam bir rezillik… Aslında sarayın görüşünce mukaddes emanetler hilafet makamına ait olduğundan bunlara bedel ödenmesi gerekmemesine rağmen adı geçenin ecnebi olması nedeniyle 20 Muharrem 1311 (3 Ağustos 1893) tarihinde para ödenmiştir (22). Sarayın kutsal eşyalara para verdiğinin duyulması çok garip cisimlerin teklif edilmesine yol açınca 26 Aralık 1915’te Ravza-i Mutahhara-i Haydari’ den çıkarılan, kabzasında Ali İbn Ebu Talib ibaresi yazılı bulunan bir kılıç özel bir heyetle İstanbul’a getirildi (23). İşin ucunda para olunca bu işler suiistimale de açık oldu… Bütün güvenlik tedbirlerine karşın Hz. Osman ve Hz. Ali’nin kabirleri 1898 yılında soyulmuş (24). Yuh artık…

Süleyman Beyoğlu’na göre Yavuz Sultan Selim’in döneminden itibaren mukaddes emanetler giderek artarak önemli bir koleksiyon haline geldi. Ancak emanetlerin çoğu hakkındaki bilgiler çelişkili, az veya çok yanlışlıklarla doludur. Halen dini ve tarihi değerleri tartışılan bu eserler üzerinde uzmanlarınca ciddi incelemeler yapılmamıştır… Nitekim en başta hırka-i saadet Hz. Peygamber tarafından, dört halifeden hiçbirine verilmemiştir (25). Yavuz Sultan’dan sonra önemsenseydi peygamber mektubu olduğunu sonradan anladığınız bir şey Fransıza kalmazdı. Hırka-i saadet’in hiçbirinin dört halifeye verilmemesi normal. Böylece bu eşyalar tabulaşamıyor. Fakat verilseydi bu sefer de bunların Resulullaha ait olduğundan daha emin olunabilirdi.

Tahsin Öz mukaddes emanetleri üç kısma ayırıyor: 1- Hz. Muhammed ve ashabına ait olması itibariyle dini ve tarihi kıymeti olan eserler. 2- Herhangi bir kişiye ait olup, tarihi ve sanat değeri olan eserler. 3- Yakıştırılan kişi ve devirle ilişkisi olmayan eserler (26). Osmanlının yıkılışına kadar sürekli mukaddes emanetler teslim edilmiş… Hatta 19.yüzyılda daha da artmış. Vehhabiler bu gibi eşyaları putlaştırma endişesiyle kutsal saymadıkları için ellerinden çıkardıysalar Teymiyye’nin yaşadığı 13.yüzyıllardan 19.yüzyıla kadar ellerinde tutmamak için geç kalmış değiller mi? Varacağımız sonuç şu: Sünnilere göre Vehhabiler mukaddes emanetleri yağmalamışlar, Vehhabilere göre Sünniler bunları öpüp alnına koyarak putlaştırmışlar… İşte bu yüzden işin içinden bir türlü çıkamadılar…

Hırka-i saadet’in savaş zamanlarında daha büyük önem kazandığı bilinmektedir. III. Mehmed’in Eğri seferinde (1596) yaşanmış, savaş Osmanlılar aleyhine gelişmekte iken Hoca Sadeddin Efendi etkili sözlerle padişahı yerinde tutmuş ve ona hırka-i saadet giydirerek muhtemel bir hezimeti zafere dönüştürmüştür (27). Ne var ki Hz. Peygamber dönemine tarihlenen emanetler çok azdır: Mukaddes emanetler dini, tarihi, kültürel ve sanat değerleri bakımından hemen hiçbir incelemeye konu edilmemiştir. Bu konuda uzmanlarınca çok ciddi çalışmalara ihtiyaç vardır… Osmanlıların belki Emevi ve Abbasilerden daha fazla mukaddes emanetlere saygılı davrandığını söylemek yanlış olmayacaktır (28). Ama sonradan saygının ne kıymeti var? Emeviler döneminde saygı olacaktı ki hangi emanet kimden ne zaman verilmiş tespit edilebilsin…

Hacer-ü’l esved hakkındaki iddialardan biri İslâm öncesi dönemde Petra’da bir adı da Kaab olan tanrıça Al-lat’ın sembolü durumunda olmasıdır (29). İnanışa göre Mekke’nin kutsallığı Kâbe’den, Kâbe’nin kutsallığı da hacer-ü’l esved’den kaynaklanmaktaydı (30). Hacer-ü’l esved hiçbir zaman modern bilimsel tekniklerle analiz edilmediğinden kökenleri spekülasyon konusu olmaya devam ediyor (31). Müslümanların son derece önemsedikleri bu taşın Kuran’da geçmemesi onların çoğunu hiç düşündürmemiştir. Bu taşın menşei, tarihçesi ve mahiyeti hakkında birçoğu zayıf isnatlara dayanan, bazıları aynı zamanda sembolik bir anlam taşıyan çeşitli rivayetler nakledilmiştir (32). Bu taşla ilgili çok hadis uydurulduğu için burada giremeyeceğim kadar uzun öykülere sahiptir. Zaten sanıldığı kadar önemi olsaydı Kuran onu mutlaka zikrederdi. Önemin ölçüsü Kuran’dır. Bu taşla ilgili efsaneler İslam karşıtlarını harekete geçirmiş ve maalesef birçok Müslümanı dinden soğutmuştur. Örnek: “Hacerülesved Allah’ın sağıdır/sağ elidir, bu taşa el süren kimse, Allah’a isyan etmeyeceğine dair biat etmiş olur” (33).

Basında çıkan haberlerde mukaddes emanetlerin sarayın deposunda ‘‘yeni keşfedildikleri’’ iddia edilmiştir; ancak sandalet şeklindeki ayakkabıların ‘‘yeni bulunmaları’’ söz konusu değildir. Eski derinin açıkta kalması halinde hemen okside olması ihtimali yüzünden bugüne kadar sergilenmemişler. Murat Bardakçı bile “Açık söylemem gerekirse, ben, sarayda bulunan ve çoğu bugüne kadar sergilenmemiş olan kutsal emanetlerden bazılarının gerçeklikleri konusunda her zaman tereddüde düşmüşümdür. Zira daha ilk bakışta bunların bir bölümünün peygamber devrinden olmadıkları anlaşılır durumdadır. Meselá, Hazreti Muhammed’in ‘‘teyemmüm taşı’’ olduğu söylenen obje, bir Asur tabletidir, Asur sarayının baş hademesi Şumiddina’nın kral Asurbanipal’a gönderildiği tablet şeklindeki bir mektuptur ve Babilonya’da atelyeleri bulunan Mariştar adındaki bir heykeltraşa verilen siparişlerden söz etmektedir. Peygamberin mührü, mührün aslını bir kuyuya düşürdüğü bilinen Halife Osman tarafından sonradan yaptırılmış bir objedir. Hz. Fatma’ya ait olduğu iddia edilen seccade 16. asırdan kalmadır. Hazreti Hüseyin’in kullandığı söylenen bir başka seccade de 17. yüzyıla ait bir Bergama halısıdır. Hz. Osman’ın öldürüldüğü sırada okuduğuna inanılan ve üzerindeki lekelerin Osman’ın kanı olduğu söylenen Kur’andaki lekeler ise ceylan derisinden sayfaların rutubet yüzünden zamanla sararmasından ibarettir ve Kur’an’ın yazı stili sonraki devirlere, Emeviler dönemine aittir. Kısacası Osman’ın kanının bulaştığı sanılan Kuran’ın da kan değil rutubet olduğu anlaşılmıştır. Çünkü rutubetli tüm eski kitaplarda görüntü aynıdır ve hepsi kanlı olacak değiller. Anlaşılmasın diye radyokarbon testi yaptırılmamaktadır. Hazreti Ayşe’nin bohçası olduğu iddia edilen muskalı kumaş ise, Kanuni Süleyman zamanından kalmadır, hatta bir kenarında yapanın imzası da vardır” (34) diyor.

Osman’ın kanının bulaştığı sanılan Kuran’ın da kan değil rutubet olduğu zaten daha bakarken anlaşılmakla beraber kesinliğe kavuşmuştur. Çünkü rutubetli tüm eski kitaplarda görüntü aynıdır ve hepsi kanlı olacak değillerdir.

KARBON 14 TESTİ NEDİR?

İlk karbon tarihlendirme laboratuvarı 1950’lerde açıldı. Karbon 14 tarihleme yöntemi çok sıklıkla başvurulan bir yöntem olunca bilimsel alanda çok yayıldı. Teknolojik gelişimle birlikte ölçme yöntemleri de çok gelişti ve hızlandırılmış kütle spektrometrelerin (AMS-Accelarated Mass Spectrometer) bazı üniversitelerde kullanılınca karbon 14 tarihleme metodunda yeni bir çağ başladı. AMS ile ölçüm yapılmadan önce karbon 14 atomlarının beta ışıması sayılıyor (sintilasyon) ve sonucunda göre tarihlendirme yapılıyordu. Fakat bu yöntemde hata payı çok oluyor, test uzun sürüyor ve analiz için önemli miktarda örnek gerekiyordu. AMS ile yapılan ölçümlerde ise miligram ağırlığında örnekler yeterli olur hale gelince karınca, polen, tohumlar bile karbon 14 yöntemiyle tarihlendirmek mümkün hale geldi.

Radyokarbon tarihlendirme ya da karbon-14 tarihlendirme olarak da isimlendirilen arkeolojik kazılarda bulunan eserlerin içerisindeki radyoaktif 14C (radyokarbon) izotopun yoğunluğu ya da radyoaktivitesi ölçülerek yani organik madde içeren nesnelerin yaşını belirlemek için kullanılan bir yöntemdir. Bunun için “göreceli”, “sayısal” ve “manyetizmalı” olmak üzere üç yöntem kullanılır. Örneğin bir kum saatinin üst kısmındaki kumun tamamının karbon 14 atomu olduğunu düşünün. Kum saatini çevirirseniz üst kısımda başlangıçta ne kadar kum olduğunu ve ne kadar kumun, ne kadar zamanda alttaki bölmeye geçtiğini hesaplarsınız.

Her canlıda karbon atomu bulunur ve türlüdür. Yeryüzündeki karbonun %98,89’u karbon 12’dir. Karbon 14 ise kararlı bir element olmadığından havada tek başına bulunamaz ve oluşması bazı kimyasal olaylara bağlıdır. Karbon 14 oksijenle birleşerek karbondioksiti oluşturur. Bitkiler fotosentez yaparak atmosferden karbondioksit alıp organik moleküller oluşturmak için kullanırlar. Böylece Karbon 14 atomu bitkilerde depolanır. Hayvanlar ve insanlar bu bitkileri tüketerek karbon 14 atomunu yaşadıkları süre boyunca almayı sürdürürler. Böylece besin zinciri sayesinde karbon 14 tüm canlıların yapısında bulunmaya devam eder.

Canlılar hayatta oldukça besin zinciri sayesinde yapılarına karbon 14 alırlar. Öldüklerinde ise dışarıdan karbon 14 alımı durduğundan zamanla vücuttaki karbon 14 miktarı azalmaya başlar. Karbon 14 ‘ün yarılanma süresi 5730 yıl sürer. Yani canlı öldükten 5730 yıl sonra vücudundaki karbon 14 miktarı yarıya iner. Madem başlangıçtaki karbon 14 miktarını ve bundan 5730 yılda yararlanıldığını biliyoruz o andaki karbon 14 miktarına bakarak canlının ölümünden sonra ne kadar zaman geçtiğini hesaplanabilir. Başlangıçtaki karbon 14 miktarının bilinmesinin nedeni vücuttaki karbon 12 miktarıdır. Çünkü canlılar ölseler de vücutlarındaki karbon 12 miktarı hep sabit kalıyor. Canlı vücutlarındaki karbon 14 ′ün karbon 12 ′ye oranının da sabit olmasından dolayı karbon 14 miktarının başlangıçta ne kadar olduğunu tespit ediliyor.

Günümüz teknolojisiyle 50.000 yıla kadar yaş tespiti yapılabiliyor. Karbon 14 analizi ile yapılan yaş tayinine “radyokarbon yaşı” deniyor. Uzaklara gitmeye gerek yok. Arkeoloji alanında son yılların en büyük keşfi olan Göbeklitepe, Çatalhöyük ve Çayönü’nün tarihlendirilme çalışmaları karbon 14 testiyle yapıldı. Marmaray projesi kapsamında İstanbul-Yenikapı çevresinde yapılan kazılarda Bizans dönemine ait pek çok kalıntı bulundu. İstanbul’un bilinen tarihi 2.500 yıl iken Marmaray inşaat çalışmalarında yapılan arkeolojik kazılarla anlaşıldı ki meğer 8.500 yıl imiş. 1991’de iki Alman dağcının, İtalya-Avusturya sınırındaki Alp dağlarının Tisenjoch bölgesinde buldukları (Buzadam Otzi) insan cesedinin yaşı yine karbon 14 tarihlendirme yöntemleriyle M.Ö 3370-3100 olarak saptanmıştı. Ayrıca 2003’te aynı bölgeye yakın bir yerde 5800 yaşında tarihin en eski kar ayakkabısı bulundu. Karbon 14 tarihlendirme yöntemi şimdilik bize tam olarak bir yaşı değil belirli bir yaş aralığını belirliyor.

Atmosfere salınan bol miktarda karbon 12 ile karbon 14/karbon 12 oranı bozulacağı için yanardağ patlamalarının olduğu bölgelerde yaş hesaplamaları daha eski tarihlere dayanabilir. Güneş patlamaları nedeniyle de atmosfere ulaşan kozmik ışınlar karbon 14 seviyesinin artmasına neden oluyor. Kömür, petrol, doğalgaz gibi yakıtlar atmosfere çok miktarda karbon 12 yayarak anormal olarak artıp dengenin bozulmasına (suess etkisi) neden olur. 1950’lerdeki nükleer silah denemeleri yüzünden o yıllarda karbon 14 seviyesi doğal seviyenin yaklaşık 2 katına çıktı ve 1955’ten sonra karbon 14 seviyesinde meydana gelen bu doğal olmayan artış o dönemde dünyadaki karbon 14/karbon 12 oranını bozarak tarihleme konusunu olumsuz etkiledi. Hesaplama böylesine hassastır ve sadece tarih ve arkeoloji değil sağlık, jeoloji, ekoloji, kriminoloji, adli tıp ve yasa dışı ticaret alanlarında da kullanılır.

Karbon 14 ile yaş tayinin bilimsel olarak geçerli bir yöntem olduğuna dair hiç şüphe yok. En basit örneği ağaç analizinden elde edilen sonuçlardır. Ağaçlar her yıl bir halka üretir. Bu halkalar sayesinde ağaçların yaşının nasıl hesaplandığını kesilmiş ya da kırılmış bir ağacın gövdesine bakarak tahmin edilebiliyor. Herkes tarafından bilinen bu basit yöntemle yaşları bilinen ağaçlar ile karbon 14 tarihlendirme yöntemi anlaşılır (35).

KARBON 14 TESTİNDEN KORKUYORLAR

Anlaşılmasın diye radyokarbon testi yaptırılmamaktadır. Hem de Karbon-14 testinin objelerin gerçek yaşını artık sadece birkaç senelik hatayla çıkartabildiğini görüyoruz. Eğer gerçekten bu emanetlere saygı varsa bu test yapılmalıdır. Fiyasko korkusuyla saygı olmaz… Sorun testin kesin sonuç veriyor olmasında yani mukaddes emanetlerin çoğunun mukaddes çıkamayacak olmasında… 2016’da kurulan TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi Yer ve Deniz Bilimleri Enstitüsü ve Ulusal 1MV Hızlandırılmış Kütle Spektrometresiyle ölçüm yapan laboratuvarımız bu testi pekâlâ yapabilir. Çünkü yüksek teknolojisiyle ulusal ve uluslararası hizmet veriyor. Ama o yürek yok; çünkü gerçeklerle yüzleşmekten korkuluyor. İlahiyat alanında bilimden korkanlar var… Hıristiyanlar rezil oldular… Bizdeki geleneksel hurafeciler de aynı duruma düşmek istemiyorlar…

Murat Bardakçı karbon testinin başarılarını vurgularken ben de anlıyorum ki: Hz. İsa’nın kefenini ‘‘gerçek’’ kabul eden Vatikan, Kumral Tomarları’nı ‘‘düzmece’’ diye nitelemiş, ‘‘İsa’dan çok sonraları yazılmış olduklarını’’ iddia etmiş ve bunun üzerine başlayan tartışma elli sene boyunca bir türlü bitmemişti. Tomarların küçük bir bölümü Vatikan’da, çoğu İsrail’deydi. Tartışmalardan bir neticeye varılamayınca 18 ayrı sayfadan alınan birkaç miligram ağırlığındaki parçalara Arizona Üniversitesi’nin fizik laboratuvarında üniversitenin Timothy Jull ile Douglas Dohanue isimli iki fizik profesörü tarafından Karbon-14 testi uygulandı. Testi yaptıklarında Ölüdeniz Yazmaları’nın bir bölümünün milattan önce üçüncü asırdan, bir kısmının yine milattan önce 60’lardan, geri kalanının ise İsa’nın yaşadığı dönemden kaldığı ortaya çıktı. Neticede, Vatikan’ın son derece önemli iki konuda yanıldığı anlaşıldı. Papaların ‘‘gerçek’’ dediği ‘‘Torino Kefeni’’ sahte, seneler boyu ‘‘sahte’’ olduğunu iddia ettikleri ‘‘Ölüdeniz Yazmaları’’ ise gerçek olduğu anlaşıldı. Test için birkaç miligram veya milimetrelik parça bile yeterli olduğundan “mukaddes emanetler”in en az bir kısmının dahi olsa fos çıkmasından endişe ediliyor. Bugün arkeolojiyle tarih öncesi araştırmalarının ayrılmaz parçası olan ve tarih belirleme vasıtası olarak kullanılan Karbon-14 test metodunu 1946’da Şikago Üniversitesi profesörlerinden Williard Libby, bu çalışmasıyla 1960’da Nobel kimya ödülünü kazandı. Testin temelinde tüm canlıların hücrelerinde bulunan karbon miktarının ölçülmesi yatıyor. Bitkiler fotosentez yoluyla karbon dioksid alıp bununla gelişmelerini sağlarlarken, aynı işi bitkileri yiyen insanlar ve hayvanlar da yaparlar. Karbonun en ufak parçası ‘‘Karbon-14’’ veya ‘‘Radyokarbon’’ adını alır. Radyokarbonun 5568 yıl olan ‘‘yarılanma müddeti’’ testin esasını oluşturur ve incelenecek örnekteki karbonda bulunan azalmış radyokarbonun oranı, o örneğin yaşını verir. Dünyada bugün 150’nin üzerinde Karbon-14 laboratuvarı bulunuyor ve test deri, kumaş, kan pıhtısı, kömür, mercan, reçine, gübre, boynuz, gibi bütün organik maddelerin yanı sıra son senelerde çanak-çömlek, duvar ve kaya resimleri ile demir ve maden içeren cevherlere de uygulanabiliyor. İşte bu yolla İsa’nın kefeni, İsa’dan 800 yıl genç çıktı. Vatikan, asırlar boyunca İsa’ya ait olduğuna inanılan kefene, 1988’de Karbon-14 testi uygulatınca testin sonucu kefen hakkındaki bütün inançları bir anda kökünden değiştirdi: 2,5 metrelik bu keten dokuma, İsa’dan en az 800 yıl sonrasına aitti.

Hikâyenin özeti şu: İtalya’nın Torino şehrindeki Vaftizci Yahya Kilisesi’nde saklanan eski bir keten örtünün İsa’nın çarmıhtan indirilmesinden sonra sarıldığı kefen olduğu iddia ediliyordu. İki buçuk metrelik örtü, 11. asra kadar Urfa’da bir kilisede muhafaza edildi ve daha sonra o zamanın Bizans başkenti olan İstanbul’a getirildi. Haçlıların şehri 1204’de yağmalaması sırasında kaybolunca 1350’lerde Fransa’da ortaya çıktı. Bir kiliseden ötekine dolaştı… 1532’de ciddi bir yanma tehlikesi geçirdikten sonra İtalya’ya götürüldü ve Torino’daki Vaftizci Yahya Kilisesi’ne kondu. 1898’de kefende herkesi şaşırtan bir özellik fark edildi: Kumaş parlak ışığa tutulunca, tam ortasında insan boyunda olan ve negatif filmi andıran bir görüntü beliriyordu. Görüntüde kırbaçlanmış, başına dikenden yapılmış bir taç oturtulmuş ve çarmıha gerilmiş bir insan vardı. 1930’lardan sonra kefenin hassas kameralarla fotoğrafları çekildi ve iki özellik daha bulundu: Görüntünün el kısımlarında kurumuş kanlar bulunuyordu ve gözlerinden birinde İsa’dan sonraki tarihle 30 yıllarına ait bir para sıkıştırılmıştı.

Romalıların çarmıha gerdikleri mahkûmların gözlerine kendilerinden geçmeyip acıyı daha fazla hissetmeleri için genellikle bir para koydukları eskiden beri bilinirdi. Hıristiyan dünyasında bir ‘‘kefen tartışması’’ başladı: Bazıları kefenin gerçek olduğunu kabul ederken, bazıları da ortaçağ papazlarının kiliselerine şan ve şöhret kazandırmak için böyle bir kefen efsanesi uydurduklarını ileri sürdüler. Onlara göre, uyanık bazı papazlar kimsesiz bir adamı aynen Hazreti İsa gibi kırbaçlamış, başına dikenlerden yapılma bir taç geçirip çarmıha germişlerdi. Kurban çarmıhtan indirildikten sonra bir beze sarılmıştı ve Hazreti İsa’ya ait olduğu iddia edilen kefen, işte bu örtüydü. Tartışmalar senelerce sürdü ve Vatikan, 1988’de kefene Karbon-14 testi uygulanmasına karar verdi. Kefenden kesilen milimetrik bir parça Teksas Üniversitesi’nin laboratuvarında incelendi ama netice, Vatikan’ı teste izin verdiğine pişman etti: Kefen 1260-1390 yılları arasında imal edilmişti, yani Hazreti İsa’dan 1200 küsur yaş gençti. Test daha sonra Arizona, Oxford ve Zürih Üniversiteleri’nde tekrarlandı. Kefenden kesilen diğer milimetrik parçalara yeniden karbon-14 uygulandı ama sonuç aynı çıktı yani kefenin tarihi 13. asırdan geriye gitmedi. Fizikçiler test sonuçlarını tartışırlarken devreye Moskova Üniversitesi de girdi: 1352’de kefenin saklandığı kilise yanmış, kefen zarar görmemiş ama yüksek hararette kalmıştı. Şiddetli ısının maddenin içindeki karbon moleküllerinin yapısını değiştirdiğinin bilinmesine rağmen, önceki testlerde bu husus göz ardı edilmişti. Rus fizikçiler Moskova’daki bir laboratuvarda 1352’deki yangın ortamının bir eşini yaratıp kefendeki karbonun değişikliğini belirlediler. Önceki testlerin verileri bu şekilde değerlendirildi ama sadece beş asırlık bir geriye gidiş sağlanabildi: Kefenin imal tarihi 8. asrın başlarına uzandı ama kefenle İsa’nın yaşadığı devir arasında hiçbir alaka kurulamadı (36). Papa Paul VI, Kefen’in “Hıristiyanlık tarihindeki en önemli kalıntı” olduğunu (37) ve Papa IV. Sixtus Kefen’de “insanların gerçek kana ve İsa Mesih’in kendi portresine bakabileceğini” ilan etse (38) de bilim eninde sonunda galip gelmiştir.

Kısacası neresinden tutsanız elinizde kaldığı için emanetlerin diğerlerine tek tek temas etmeye gerek bile yok. Sonuç olarak bu emanetler bilimsel olarak incelenmiş olmamakla beraber en iyimser ifadeyle bir kısmı doğru bile olsa hangilerinin ne kadar doğru ne kadar eğri olduğu biliniyor değildir. Körü körüne inanmak isteyenler elbette onları putlaştırmadıklarını söyleyerek putlaştırmaya devam edeceklerdir; çünkü bunu söylemek bile onları rahatlatacaktır. Putlaştırmayı sadece secde etmekten ibaret sananlar “biz secde etmiyoruz, sadece onu selamlıyor ve öpüyoruz” diyerek durumu kurtardıklarını sanacaklardır.

Biz ne mi öneriyoruz? Bilimsel olarak araştırılsın. Doğru olanlar müzeye konsun ama putlaştırılmalarına izin verilmeden ziyarete açılsın. Eğri olanlar atılsın… Müslümanlar bilimle yüzleşmekten korkuyormuş gibi anlaşılmasın. Çünkü bu testler İslam’a değil uydurma rivayetlere zarar verebilirler. Gerçeklerin ortaya çıkması hakka hizmettir. Kuran akıl (عقل akl), kalp (قلب klb), göğüs (صدر sadr), sağduyu (لبب lüb), algı (نهي nuha ) ve gönül (فاد fuad) sözcüklerini birbirinden ayırırken anlıyoruz ki illiyetsiz de değiller…  İşletin bunları ve çalıştırmaktan korkmayın…

19.03.2023 | YÜKSEL YILMAZ

KAYNAKLAR:

  1. Dr. Faruk Saleem, “İstatistiksel Rakamlar”, İslamabat, Pakistan.
  2. Sputnik, 06.01.2018; Sözcü, 06.01.2018; Cumhuriyet, 06.01.2018; Habertürk, 08.01.2018.
  3. Hürriyet, 22.02.2018; Akit, 22.02.2018; Sözcü, 22.02.2018; CNN Türk, 22.02.2018; Yeniçağ, 18.01.2020; Cumhuriyet, 20.01.2020
  4. Tan Gazetesi, 01.08.1987; Günaydın Gazetesi, 01.08.1987; Korku Günlük Gerilim Gazetesi, 23.05.1997; Milliyet, 09.08.1987.
  5. Saadet gazetesinin 28 Şaban 1306 (29 Nisan 1889) tarihli 1323 nolu nüshası; İHA, 1994; Hürriyet, 28.09.2021; Milliyet, 01.12.2022; Habertürk, 28.10.2021.
  6. Milliyet, 09.04.2015; Yeni Akit, 12.09.2020; Hürriyet, 9 Eyl 2001.
  7. Evliya Çelebi, Seyahatnâme, haz. Yücel Dağlı v.dğr., İstanbul 1996-2003, X, 122-124.
  8. Feridun Mustafa Emecen, “Hicaz’da Osmanlı Hâkimiyetinin Tesisi ve Ebu Numey”, Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı 14, (1994), s. 87-89; Nebi Bozkurt “Mukaddes Emanetlerin Tarihi ve Osmanlı Devleti’ne İntikali” MÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 13-15, İstanbul, 1997, s.10-11, 16-17.
  9. Hulusi Yavuz, “XVV. Asırda Osmanlı-Hicaz Münasebeti Hakkında Notlar”, İslam Medeniyeti, IV/2, İstanbul, 1979, s. 68-70
  10. Hulusi Yavuz, “Kâbe ve Haremeyn İçin Yemen’de Osmanlı Hâkimiyeti (1517-1571)”, İstanbul, 1984, s. 182-185
  11. Süleyman Beyoğlu, “Osmanlılar ve Mukaddes Emanetler”, Yeni Türkiye, 2016, cilt: XXII, sayı: 82, s. 691-698
  12. Hatice Aynur, “Kadem-i Şerîf’in Eyüp Sultan türbesine nakline (1732) yazılan tarih manzumesi”, Dergâh 371,  Ocak 2021
  13. Vak‘anüvis Subhî Mehmed Efendi, “Subhî Tarihi: Sâmî ve Şâkir Tarihleri ile Birlikte, İnceleme ve Karşılaştırmalı Metin”, haz. Mesut Aydıner (İstanbul: Kitabevi, 2007), 135-38
  14. Pakalın, Mehmet Zeki. “Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü”, Sancak-ı Şerif mad.
  15. Kamîs-i Fahrü’n-Nisâ; nr. 21/464.
  16. Nr. 2/2742.
  17. Aydın, Hırka-i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler, İstanbul 2004, s. 158-159.
  18. Nr. 21/141.
  19. Tahsin Öz, “Hırka-i Saadet Dairesi ve Emanat-ı Mukaddese”, İstanbul 1953, s. 21.
  20. Selim Deringil, “Abdülhamid Dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nda Simgesel ve Törensel Doku: Görünmeden Görünmek”, Toplum ve Bilim, Sayı: 62, İstanbul 1992, s. 47.
  21. Bknz. Selim Deringil, “Abdülhamid Dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nda Simgesel ve Törensel Doku: Görünmeden Görünmek”, Toplum ve Bilim, Sayı: 62, İstanbul 1992, s. 48.
  22. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)Yıldız Sadaret Hususi Maruzat Evrakı (Y.A.HUS), nr. 278/100.
  23. BOA, Dâhiliye Nezireti Kalem·i Mahsus (D H. KMS), nr: 36/8.
  24. BOA, Yıldız Mütenevvi Evrakı (Y.MTV), nr. 193/153.
  25. Süleyman Beyoğlu, “Osmanlılar ve Mukaddes Emanetler”, Yeni Türkiye, 2016, cilt: XXII, sayı: 82, s. 694.
  26. Tahsin Öz, “Hırka-i Saadet Dairesi ve Emanat-ı Mukaddese”, İstanbul, 1953, s. 18-19. İslam Yaşar-Nebil Fazı! Alsan, “Mukaddes Emanetler”, İstanbul, 1985, s. 12 vd.
  27. Nurhan Atasoy, “Hırka-i Saâdet”, DİA, XVII, s. 376.
  28. Süleyman Beyoğlu, “Osmanlılar ve Mukaddes Emanetler”, Yeni Türkiye, 2016, cilt: XXII, sayı: 82, s. 698.
  29. Gönül Tekin, “Antik Mezopotamya İnançları ve Günümüze Etkileri (Tevrat, İncil ve Kuran’dan Seçmeler)”.
  30. İsmail Kaygusuz, “Ortodoks İslam’ın Hac ve Kâbe Putperestliği”, Alevi Bektaşi, 13 Eylül 2001.
  31. Golia, Maria. (15 Ekim 2015). Meteorite: Nature and Culture (İngilizce). Reaktion Books.
  32. Ezrakī, Aḫbâru Mekke (Melhas), I, 62-66, 322-329; Aḫbâru Mekke (nşr. Abdülmelik b. Dihîş), Mekke 1407/1986, I, 81-97; Süheylî, er-Ravżü’l-ünüf, II, 270-275). 62-66, 322-335.
  33. Bknz. Kenzu’l-ummal, h. no: 34744.
  34. Hürriyet Gazetesi. 01.07.2001.
  35. Bilim Teknik Dergisi Mart 2018 Sayısı.
  36. Universal History Archive/UIG; Live Science, July 18, 2018; Independent, 16 July 2018; Journal of Forensic Sciences on July 10, 2018; Bell, Rachael. The Shroud of Turin and the Mystery Surrounding Its Authenticity (last accessed 3/10/2014). See Chapter 6, “Early Theories.”; Bruce, F. F. 1988. The Book of the Acts—Revised. Grand Rapids, MI: Eerdmans; Nature. February 16, 1989, 337, 611-615; Spicq, Ceslas. 1994. Theological Lexicon of the New Testament. Vol. 2. Peabody, MA: Hendrickson; The Catholic Encyclopedia. 1912. Vol. XIII; U.S. Catholic. May 1978.
  37. U.S. Catholic, p.48.
  38. The Catholic Encyclopedia, p. 762.

Mukaddes Emanetler Mukaddes Miler ?
Yorum Yap

Giriş Yap

Kocaeli Haber ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Telefon
WhatsApp
KAI ile Haber Hakkında Sohbet